Ev Hediyesi #12: Karaca Yiğit Pehlivanlı
Ev Hediyesi’nin 12 numaralı listesinde konuğumuz; Ankara’dan kıymetli dostumuz, yazar ve radyo programcısı Karaca Yiğit Pehlivanlı
Bu hediye bir borcam kadar “her eve lazım” işlevsellikte ve anlatabildiği kadar da bana dair bir kişisellikte olacaktır. Erkin’in mutlu eden önerisinden sonra seçtiğim on beş şarkının, yani bu ev hediyesinin işlevselliği, müzikle hayatın eşgüdümünü farklı boyutlarıyla hatırlatması ve değişimlerden yeni güzellikler üretmeye teşne olabilmek için “oyuna ve arayışa devam” halini düşündürmesi şeklinde kendini ortaya koysun isterim. Bana dair kişisel boyutta ise aslında büyük ölçüde kronolojik akıtmaya çalıştığım ve her bir şarkıya dair tek tek bir şeyler söyleyebileceğim bir liste. Söze dökebileceklerimin çoğu aslında zihnimin projeksiyonundan bir beyaz bir duvara yansıyabilecek görüntülerle bütün, anılarla yüklü. Onları en güçlü şekilde taşıyabilen şeyin müzik olması ise Ahmed Arif’ten ilhamla “seni, anlatabilmek seni” diyip, bunu duyduğunda mütevazı bir şekilde gülümseyecek olan müziğe dostane bir göz kırpışımın sebebidir.
Müziğin farklı tarzlarla yarattığı birbirinden farklı atmosfer içinde bizi bulması, bireyselden toplumsala, dünden bugüne derken zaman ve mekan aşan bir güçle her detaya sızabilmesi büyüleyici. Bu sızma halini farklı tarz/atmosfer başlığından farklı kültür/dönem başlığına dek genişletip, dünyanın her köşesinde bireysel arayışlarla kitlesel arayışların kesiştiği anların ifadesine dönüştüğü şekliyle düşünmek, işte buna dair tahayyüller de hep heyecan verici. O anları bir film sahnesi gibi düşünüyorum; bir gitar müziğiyle birlikte içine sürüklendiği hisse bizi de davet eden karakterimizi odasında tek başına otururken görüyoruz, sonrasında bir free caz ya da EDM ortamında yine aynı hissin başka bir tezahürüne kaptıran onlarca insanın görüntüsüne geçiş. Buna “müziğin sızısı” diyelim ve “gerçeğin sızısı”nı kimi zaman harlayarak kimi zaman da hafifleterek bu hayatı çekilir kılan “bin dermana değişilmeyen bir dert” olarak da güzelleyelim.
Ve gelelim paylaşmaya. Bir konserde yan yana geliş ve birlikte dinlenen müziğe verilen tepkilerde buluşma anlarını deneyimlemek, arayışta ortaklaşma anlamında paylaşımın en güzel halidir bence. Ondandır ki birisiyle aynı konserde olduğunu bilmenin güzelliği diye bir şey var; o an birbirinden habersiz de olunsa sahnedeki müziğin göğünde onun ışımalarıyla beliren yıldızlara birlikte bakılmasının güzelliği. Karışık kasetler ve cd’lerden spotify listelerine uzanan hat ise paylaşımın başka bir hali; beğenilme kaygısıyla içine egoların daha rahat serpiştirilebileceği, kendini doğru ifade ya da istenen etkiyi yaratma kaygısıyla birçok kez dizilip bozulabilecek sıralamalar.
Dünyada var olduğum otuz beş yılı hızlıca gözümün önünden geçirdim ve listeyi mümkün olduğunca ince eleyip sık dokumadan hazırlamış oldum. On beş şarkının seyri; anne karnında müzikle tanışmamı sağlayan en güzel oyun arkadaşımla çocukken söylediğimiz “Benimle Oynar mısın?”la başlıyor, hayatın anlamına dair sorgulamaları kişiselden toplumsala taşımanın önemini kavradığım, farklı kültürlerin ezgilerinde gezinirken yakalanabilecek ortak duyguların değerini hissettiğim, içinde bir aşkı filizlendirmenin en güzel uğraş olduğunu tekrar tekrar deneyimlediğim, ölümü hiç yakıştıramadıklarımın kaybını anlamlandırmaya çalıştığım süreçleri yansıtan şarkılarla devam ediyor. Sonundaysa, biraz önce “gerçeğin sızısı” dediğim ama “zamanın sızısı” olarak da değiştirebileceğim sıkışmışlığı aşabilmek için adeta “ver elini karlı dağlar aşalım” diyen Tülay German’ın yarınlara seslendiği, müziğin metafiziğiyle tarihin fiziğini buluşturduğu o şarkı.
Erkin’le yolumuzu kesiştiren Çekirdek Sanat Evi’ni düşünüp ayrı bir liste yapmak da bir başka güzellik olurdu. El çizimi kapaklarında söz ve müziğin yanısıra “çaylar” bilgisinin de yer almasını sağlayan ev ortamındaki dinletilerin kasetleriyle bugüne kalan o özel deneyimi, müziğe dair söylediklerimle birlikte düşünmüşümdür hep. Birçok farklı deneyimden, olaydan, tarihin dünden bugüne sayfalarından hareketle müziğe dair söylenecek sözler ve üretilecek yeni müzikler daim olsun. Kendime bir not gibi göreceğim ve dönüp dönüp bakacağım bu ev hediyesinin seçilmesini sağlayan Erkin’e teşekkürlerden bir demet…
Karaca Yiğit PEHLİVANLI
Bu Albümün Nesi Güzel’in kuruluşu ve ilk yazısı, aslında başka bir platform için hazırlanmış ama kullanılamamış olan, Pentagram’ın Unspoken albümü ile ilgiliydi. Bu albüm, benim müzik hakkında yazı yazmama vesile olan ilk motivasyon kaynağı sayılabilir. Çünkü müzikle ilgili ilk yazımı 2014 yılında bir Pentagram konseri üzerine yazmıştım. Gazeteciliğimi, kültür muhabirliğimi Pentagram’a borçluyum.
Bütünüyle bu site için kaleme aldığım ilk yazı ise, ikinci haftada sizlerle buluşan, Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil’in Pencere Önü Çiçeği albümü hakkındaki yazıydı. Pencere Önü Çiçeği, her şeyiyle esaslı bir albüm. Her şeyden önce son derece saf, duru ve doğal bir albüm. Bir müzik stüdyosunda da keyifli bir balkonda, bahçede bir masa etrafına toplanıp eline gitar almış birkaç müzisyenin ‘doğaçlama takılmasında’ da karşılaşabileceğimiz bir sound’a sahip. Albümün başrolündeki ikilinin sazı ve sözü, Kızılok’un yer yer heybetli ve satirik yönü güçlü olsa da, naif ve bilgelik dolu halleriyle birbirlerini tamamlayan iki farklı değeri temsil ediyor. Ancak ikilinin birlikte ortaya koyduğu şarkılar, biçimsel olarak taşıdıkları sükunetin altında güçlü söylemlere ve muhatabını dövmekten beter eden eleştirel öğelere rastlamak da bir hayli mümkün.
Kızılok ve Ortaçgil’i bir araya getiren Pencere Önü Çiçeği, benim geriye dönüp baktığımızda gördüklerimle çok daha derin kıymet verdiğim bir albüm. Zira üzerinden 40 yıl geçmekte olan bir 80’ler hikâyesini bugün sonuç odaklı eleştirirken doğru tespitler yapmak bile o kadar kolay değilken Kızılok ve Ortaçgil, olayın tam ortasında en tutarlı tespitleri ve eleştirileri tabiri caizse naklen yayınlamışlar.
Pencere Önü Çiçeği’ne hayran olmamı sağlayan bir diğer neden ise albümün Çekirdek Sanat Evi’nde kaydedilmiş olmasıydı. Zira 2010’lu yılların başında, 20’li yaşlara yaklaşırken müzik bilgimi, zevkimi, kültürümü derinleştirmeye çalıştığım zamanlarda Erkan Oğur’u, Yeni Türkü’yü, Ezginin Günlüğü’nü, Grup Gündoğarken’i ve tabii ki Bülent Ortaçgil’i ve Fikret Kızılok’u daha yakından tanımaya çalıştığımda 80’li yılların İstanbul’unda onları buluşturan bir ortak adres bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Ancak o yıllarda hem kendi bilgim ve ilgimin ham seviyede olması hem çevremin ve bilgi edinme olanaklarımın daha dar olması Çekirdek Sanat Evi’ni bende ulaşılamayan, izlerine rastlanılamayan gizemli bir merak unsuruna dönüştürmüştü.
İlk üniversite, ilk üniversitenin terki, yeniden ilk üniversite, ikinci ilk üniversitenin devam ettiği yıllarda ilerleyen dergicilik, gazetecilik ve tam şu an burada olduğunuz Bu Albümün Nesi Güzel’i sürdürürken elde ettiğim deneyimlerle çevrem de bilgiye erişimim de genişledi. Ancak tam da Ankara’ya gitmeme haftalar kala Karaca Yiğit Pehlivanlı ile tanışmamız öyle hoş bir tesadüf oldu ki üç dört haftada birbirimizi hiç tanımıyor olmaktan Ankara’daki ilk akşamımda aynı masada oturup Çekirdek Sanat Evi hakkında heyecan dolu bir sohbeti hatıralarımız arasına yerleştirmeye kadar vardık. Tabii aynı masada yine müziğe, Ortaçgil’e, Kızılok’a ve Çekirdek’e karşı heyecan besleyen başka dostlarımız da vardı: Can Öktemer, Büşra ‘Büjgan’ Bozdemir, Alper Akcasoy, Ece ve müthiş bir Çekirdek koleksiyoneri Kamil Batur gibi…
Karaca Yiğit Pehlivanlı ile dostluğumuzun bu kadar hızlı pekişmesine neden olan konu, Çekirdek Sanat Evi gibi ortak bir heyecan noktamızın onun imzasını taşıyan bir yüksek lisans tezi olarak karşıma çıkması oldu. Durumu açıkça böyle beyan etsem hiç yanlış olmaz. Tanışıp iki bira içince zaten çok seveceğim ve müzik muhabbetine doyamayacağım biri olduğunu anlarmışım ama bu tesadüfün, tesadüf diyorum çünkü aynı hafta Çekirdek Hatırası kasedini 10 yıllık bir arayış sonunda satın almıştım, bir anda heyecan verici bir dostluk kazandığımı bana anında hissettirdiğini söyleyebilirim.
Ev Hediyesi’nin bu haftaki hikâyesi, müziğin farklı şehirlerde ve aynı yaşların az da olsa farklı zamanlarda yaşanan hayatları nasıl bir araya getirdiğiyle ilgilidir. Yaşadığım şehirden biraz uzakta, hiçbir işim olmadan keyfi duygularla gittiğim Ankara’da bir anda kendimi bulduğum bir masada bundan 40 sene önce yapılmış albümlerin imzası var. Müziğin en büyük olayı bu mudur bilmem ama büyük olaylarından biri kesinlikle budur. Karaca Yiğit Pehlivanlı’ya dostluğu ve muhabbeti için çok teşekkür ederek hepinize saygılar sunuyor; keyifli dinlemeler diliyorum…
Erkin Can SEYHAN