Benim şarkım, Ben’in şarkısı, singer-songwriter
Kendi şarkısını çalıp söyleyen (arkasında bir müzisyen grubu olsa dahi) tek tabanca bir adamın ya da kadının müziğinde, yıllar boyunca, hayatımızın başka başka dönemlerinde bizi o şarkılara çağıran başka bir şey var. Nedir bu? Singer-songwriter şarkıları neden özel?
Müzik gruplarını mürettebat filmlerini sevdiğim gibi severim. Bu acımasız dünyaya karşı sıkı sıkıya bir araya gelmiş, bir yumruk olmuş beş kişi, dört kişi, üç kişinin müzikal mücadelesine kulaklarımızla tanık olmak hayatımızı da etkiler, bazı şeyleri yapmak için gerekli cesareti bazen onlarda buluruz. Üstelik bu kişiler çoğu zaman öyle sıkı sıkıya yumruk olmuş da değildirler hani; sıklıkla kavga ederler, çoğunlukla egolarına yenik düşerler, bazen ölürler ve bir noktada dağılırlar. Yine de The Clash, Grateful Dead, Guns N’Roses, R.E.M., Nirvana, Pearl Jam, The Doors, say say bitmez… Bunları severim. Fakat… Fakat kendi şarkısını çalıp söyleyen (arkasında bir müzisyen grubu olsa dahi) tek tabanca bir adamın ya da kadının müziğinde, yıllar boyunca, hayatımızın başka başka dönemlerinde bizi o şarkılara çağıran başka bir şey var. Nedir bu? Singer-songwriter şarkıları neden özel?

Soru şimdilik burada dursun. Bu singer-songwriter meselesine yakından bakan hoş bir film var: Coen kardeşlerin yazıp yönettiği 2013 tarihli “Inside Llewyn Davis” ya da konumuza cuk oturan güzel bir adaptasyonu ile “Sen Şarkılarını Söyle”. Film, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “New York’un Beyoğlu’su” kimliğine bürünmüş Greenwich Village mahallesinde geçiyor. Filmde Greenwich Village’in altmışlı yılların başındaki hallerini anlatılsa da bu muhit, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren New York’ta sanat çevrelerinin toplandığı bir buluşma noktasına dönüşmüştü bile. 1880’de faaliyete giren Hotel Albert ve 1924’te perdelerini açan Cherry Lane tiyatrosu, 1938 yılında açılan ünlü gece kulübü Cafe Society, savaş sonrasında filizlenen Beat Kuşağı hareketi ve ellilerin sonuna denk gelen Folk Music Revival dönemi, zaman içinde, pek çok sanatçıyı bu bölgeye çekti. Mark Twain, Walt Whitman, Anais Nin, Thomas Wolfe, Salvador Dali, Andy Warhol, Isadora Duncan, William Faulkner, Marcel Duchamp, Allen Ginsberg, Jack Kerouac ve Bob Dylan gibi isimler bu kronoloji içinde Greenwich Village’in müdavimleri oldular. Filmin odaklandığı 1961 yılı New York’unda, Beat’ler ve Folkie’ler Greenwich Village mahallesinde aynı sokakları paylaşıyor (McDougal ve Bleecker caddeleri) ve aynı kafelerde takılıyorlardı. En mühimleri arasında Gerde’s Folk City, The Bitter End, Cafe Wha?, The Gaslight Cafe ve The Bottom Line’ı sayabileceğimiz bu kafelerde müzik ve şiiri de kapsayan pek çok sanatsal faaliyet gerçekleştiriliyordu. Herkesin bildiği Bob Dylan’ın dışında Paul Simon, Joan Baez, Tommy Makem, Lou Reed, Richie Havens, Tom Paxton, Joni Mitchell gibi dünyaca ünlü singer-songwriter’lar, şöhretin tuhaf karşılandığı ve hatta münasebetsizlik olarak kabul edildiği bu diyarda en mütevazı halleriyle sahne aldılar.

Ben ise, kendi şarkılarını yazıp söylemek isteyen genç bir adam olarak Beyoğlu’nda, 1990’dan 2007’ye kadar hüküm sürdüm. Dönem dönem okulum, iş yerim ve evim bu bölgenin merkez olduğu bir dairenin içinde yer aldı. Dönem dönem muhitin değişimlerine tanık oldum. Mesela, İstiklal Caddesi’nin trafiğe açık olduğu dönemleri ve trafiğe kapatıldığı gün yapılan törenleri hatırlıyorum. Doksanların ortalarına dek, İstiklal Caddesi’nin kalabalığı Galatasaray lisesinin önüne kadardı. Caddede volta atanlar, sanki önlerinde daha ileri gitmelerini engelleyen görünmez bir duvar varmış gibi, Yapı Kredi binasının daha ötesine geçmezler ve o noktada bir “U” harfi çizerek geri dönerlerdi. Caddenin Tünel’e kadar inen o aşağı kısmında fazla bir şey de yoktu zaten. Tünel’de, Tophane’de; küçük iş yerleri, izbe müzik stüdyoları, ara sokaklarında ortalama insanın pek uğramak istemeyeceği kötü şöhretli pavyonlar, hemen solda genelevler, biraz aşağıda rulmancılar ve Asmalımescit’te ise ekseriyetle ayakkabı atölyeleri vardı. O yıllarda Beyoğlu; köhne, kirli, eski ve ne yalan söyleyelim biraz da tehlikeliydi, ama bizimdi ve bu yüzden çok güzeldi.
Filmde anlatılan Greenwich’i izlerken aklımda hep Beyoğlu vardı. Benim yaşadığım Beyoğlu, güzel sinemaların, rutubetli pasajların, sessiz kitabevlerinin, kuytu kafelerin ve geceleri epey gürültü çıkartan rock barların Beyoğlu’suydu. Bu mekânlara uğradığınızda muhakkak tanınmış bir yazara, sevdiğiniz bir oyuncuya ya da bilinen bir müzisyene denk gelebilirdiniz. Ferhan Şensoy’u Halep pasajına girerken, Halil Ergün’ü bir kafede otururken, Nejat Yavaşoğulları’nı elinde gitarıyla İstiklal caddesinde yürürken ve Mehmet Güreli’yi dükkânında, tezgâhın arkasında görmek şaşırtıcı bir karşılaşma olmazdı. Onları şahsen tanımasak da, göz göze gelirsek eğer, basit bir baş selamı ya da bir gülümsemeyle bu karşılaşmayı kutlardık ve hepsi bu olurdu. Ya biz, sevdiğimiz bu sanatçıların omuzlarına ünlü olmanın gereksiz yükünü bindirmek istemezdik ya da bu sanatçılar, tıpkı New York’un Greenwich’inde olduğu gibi İstiklal caddesine çıktıklarında bu şöhretten zaten muaftılar. Hangisiydi, şimdi hatırlamıyorum.

Bizde, kökleri çok eskilere dayanan bir ozan ya da aşık geleneği bulunmasına veya popüler müziğimizde kendi yazdığı şarkıları söyleyerek başarılı olmuş pek çok değerli müzisyenimizin olmasına rağmen Türkçemizde singer-songwriter’a karşılık gelen bir terim yok. Gerek görülmemiş. Bu nedenle tanımına -hem de kökensel olması nedeniyle- İngilizcesi üzerinden yaklaşacağım ki bu kelime grubu zaten tanımını kendi üzerinde taşıyor: şarkıyı yazmış olacaksın ve onu söyleyeceksin. Britannica’da singer-songwriter tanımına eklenen ve bence esas teşkil eden bir detay daha var. O da şarkıların otobiyografik olma gerekliliği. Yani şarkıcı kendi şarkısını söylerken, bu şarkı aynı zamanda bizzat yaşadığın bir olayı ya da duyguyu temel alacak, bize onu anlatacak; değilse bile en azından bize öyle gelecek. Bu haliyle singer-songwriter’ı ta Antik Yunan’daki gezgin ozanlarla, rhapsodos’larla yan yana getirebiliriz. Derken Orta Çağ’ın troubadour’ları ve giderek bizdeki aşıklar ve halk ozanları gibi Amerikan geleneğindeki blues ve folk müzisyenleri de hep bu yolun yolcusudurlar. Singer-songwriter’ı bir tür olarak popüler batı müziğinin içine sokan kişi ise bana göre, daha kendi albümleri bile yayınlanmamışken, Witmark döneminde yazdığı şarkılarla Tin Pan Alley’i gömen Bob Dylan olsa gerek. Fakat bu başka bir yazının ve başka bir çalma listesinin konusu olur.
Coenlerin filmindeki ana karakter olan müzisyen Llewyn Davis için Greenwich’te iyi tanınan ve Bob Dylan’dan bir önce gelen Dave Van Ronk’tan esinlenilmiş. Karakterin filmde söylediği şarkılar, tipi, kıyafeti tutuyor ama kişiliği için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dave Van Ronk; yumuşak huylu, iyi kalpli, herkes tarafından sevilen, düzgün bir adammış. Filmdeki Llewyn Davis ise biraz hayta. Coen kardeşler, dik kafalılıkla bezeli idealistliği ve çaresizliğinden beslenen fırsatçılığı ile “kötü” diyemesek de “onaylanmayan ve ayıplanan” bir karakter ortaya çıkarmışlar. Aslına bakarsanız bu karakter çeşitli biyografilerde anlatıldığı kadarıyla Bob Dylan’a daha çok benziyor. Bob Dylan da New York’a ilk geldiğinde, tıpkı Llewyn Davis gibi evsizdi ve geceleri bir gün orada bir gün burada, kanepelerde ve kimi zaman halının üzerinde uyuyordu. Birkaç hırsızlıkla (plak çalıyordu gerçi ve kimi zaman da başka şarkıcıların repertuarlarından şarkı…) ve şöhret basamaklarını tırmanırken çevresindeki insanları kullanmakla suçlanmıştı. Dylan’ın da henüz o kadar ünlü değilken gerçekleştirdiği birkaç otostop yolculuğu var. (Filmde Llewyn Davis ve yol arkadaşlarının mola verdiği benzincideki sahneler Bob Dylan’ın “The Bootleg Series Vol. 7: No Direction Home” albümünün kapak fotoğrafını andırıyor.) Llewyn Davis’i Chicago’da bir denemeye tabi tutan kulüp sahibi Bud Grossman ise Dylan’ın da menajerliğini yapmış olan Albert Grossman’ın ta kendisi.

Doksanlı yıllarda ben de singer-songwriter olmaya çalışıyordum -şimdi biliyorum ki bu, olmaya çalışılacak bir şey değil; ya öylesindir ya da değilsindir- bir müzik grubum vardı. Gitaristimiz Yılmaz, Tünel’de bir müzik stüdyosunda çalışıyordu. İşi gece yarısı gibi biterdi. Davulcu Osman, basçı Hakan ve ben, akşam saatlerinde stüdyoda Yılmaz’la buluşur, prova yapan son grubun çıkmasını sabırsızlıkla beklerdik. Tersine çalışan bir Sindirella masalı gibi gece yarısından sonra stüdyo bizim olurdu ve sabah üçe dörde kadar çalışırdık. Stüdyonun üstünde yaşayanlar bizimle aynı masalı yaşamazlardı elbette, şikâyetler olurdu ve provalarımız genelde polis müdahalesiyle sona ererdi. Sabaha karşı stüdyodan çıkıp labirente benzeyen karanlık sokaklardan geçerek Yılmaz’ın Tarlabaşı’ndaki köhne bir apartmandaki evine giderdik. Apartmandaki her katta kendine göre bir şöhreti olan başka bir karakter yaşıyordu. Bu katta bir hayat kadını, bu katta pezevenkler, bu katta translar, bu katta torbacılar ve bu katta ise bir psikopat! Merdivenlerin ışığı asla yanmazdı. Yarasalar gibi karanlıkta yolumuzu bulmaya çalışırken her kimse o psikopat, onun katından geçerken çıt çıkarmazdık. Yılmaz o evde sadece kışın oturdu galiba ya da daire yaz kış soğuk ve ıslaktı. Çünkü hep üşürdük. Islak hissettiren yorganlara sarınıp ısınmaya çalışırken daima müzik hakkında konuşurduk ve sonunda biz tatlı hayallerle uykuya dalarken gün de ağarmış olurdu. Ve bir keresinde yine stüdyodan çıkmış İstiklal’de eve doğru yürürken birileri bizi sebepsiz yere Galatasaray’a kadar kovalamıştı. Belki de stüdyonun üstünde yaşayan komşularımızdı.
Singer-songwriter şarkıları neden özel? Grup müziği ve singer-songwriter müziği ile kurduğum bu ayrı ilişkiler bana Hegel’deki özbilincin diyalektiğini çağrıştırıyor. Bir analoji ile grup müziği, özbilincin kendini daha üst seviyede tesis etmek üzere bir başka özbilinçle karşılaşmadan önce, tüketme momentinde bu imkânın farkına varmasına sebep olan nesneye benziyor. Yani, her bir bölümü o bölümün erbabı olan müzisyen tarafından tasarımlanmış haliyle realitesi, idealitesinin bir adım önünde olan tüketilmeye hazır bir nesne bu. Bir istemenin bilinci ile biz bu nesneye ulaşıyor, onu tüketiyor ve onu kendimizin kılıyoruz. Ve bunda kötü ya da yanlış bir şey yok. Fakat bu momentte içerikten çok dışsallık bir adım öne çıkıyor. Grateful Dead’in Dark Star’ını onlarca dakika süren jam’i için, The Clash’in Magnificent Seven’ını punk’a sığmayan bir grubun funka göz kırpan zarafeti için ya da Pink Floyd’ün Money’sini şarkının kapitalizm karşıtı ya da şöhret kurumu karşıtı içeriğinden çok kulağımıza yıllarca musallat olmuş o muhteşem basgitar riff’i için dinliyoruz. Ve çoğu zaman, aradan yıllar geçse bile, her dinlediğimizde karşımızda memnuniyetle aynı şarkıyı buluyoruz. Diğer tarafta ise, singer-songwriter şarkılarında, tinsel bir durum var ya da belki daha doğru bir biçimde Kojeve’nin deyimiyle anthropogène, insani bir isteme, yani biraz da benim abartmamla bir özbilincin diğer bir özbilinçle karşılaşması durumu var. Bir “yaşam” olma isteği ve kendimizin farkına vardığımız bir an orada mevcut. Burada, dinleyenin ve dinletenin belirlenimlerindeki, kendilerini ortaya koymalarındaki zıtlıklardan kaynaklanan bir denge var ve bu denge iki özbilincin birbirlerini karşılıklı olarak tanımalarına hem de karşılıklı olarak arzunun tatminine yol açıyor. Yani sadece dinleyen değil, singer-songwriter da kendisini dinlenilen şarkısı üzerinden tanıyor. Böylece, Leonard Cohen’in My Oh My’daki çaresizliğine “ancak” uyanıyoruz, Anna Ash’in Righteously’de “bıdı bıdı yapma da bana John Coltrane çal” derken ki tavizsiz gerçekçiliğine yirmi yıl önce olsa kızacağımızı biliyoruz ve Bob Dylan’ın yirmi yıl kadar önce, “henüz karanlık değil ama iş oraya doğru gidiyor,” derken aslında ne demek istediğini “şimdi” daha iyi anlayabiliyoruz. Bob Dylan da daha iyi anlıyor. Biz değişiyoruz. Bob Dylan değişiyor. Şarkı da aynı kalmıyor.

Filme dönecek olursam, Coenlerin takıntılı teması Ulysses, filmdeki hikâyede yine kendini gösteriyor ama ben Llewyn Davis’i Don Quijote’ye daha çok benzetiyorum. İdeallerine ve değerlerine bir zırh gibi sarılan bu melankolik karakter gizemli bir döngü içinde (folk şarkılarında ilk ve son kıta sıklıkla aynıdır, şarkı başladığı gibi biter) kendi yel değirmenlerine karşı umutsuz bir mücadeleye kalkışıyor. Filmde Llewyn Davis’in Chicago’daki kulüpte Bud Grossman tarafından denendiği gibi ben de Beyoğlu’nda, sahne almak istediğim bir kafede bir denemeye çıkmıştım. Orada, bir öğleden sonra, bir iki şarkı çaldık ve mekânın sahibi, “tamam çocuklar, ben sizi arayacağım,” diyerek bizi uğurladı. Filmde Llewyn Davis cevabını hemen almıştı, bense otuz yıldır bekliyorum. Adam bir daha aramadı. Alın size otobiyografi.
Bülent Çallı
Ankara, Şubat 2024
Kapak fotoğrafı: Bülent Çallı (2000’lerin başı, İstiklal Caddesi)